Mustazaf Kavramı Üzerine

13 04 2007

Musztazaf toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış halk tabakası şeklinde tarif edilebilir. Lugatta, “za-u-fe (zayıf oldu)” fiilinin istif’al babından gelen ism-i mef’ulüdür. “Za-u-fe” kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan “za’f” yani zayıflık nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re’yde de olur. “İstaz’afahu” yani onu zayıf buldu, zayıf gördü anlamındadır. Manasına gelmektedir. Aynı zamanda onu zayıf saydı, zillete duçar etti, manalarına da gelir.

Tevhidi düşüncemizin dışındaki her toplum, Mustazaflar ve müstekbirler olmak üzere iki sınıfa ayrılır. İkisinin arasındaki fark, birinin baskıya uğrayan, baskıyı kabul eden büyük çoğunluk; diğerinin baskıyı uygulayan küçük azınlık olmasıdır.

Farklılaşma vakası toplumdaki güçlüleri, güç ve yetenekleri kendilerinden daha az olanlara üstünlük sağlamaya, onları kendi tesirleri altına almaya sürükler. Bu durumda güç ve yeteneği daha az olanlar yani mustaz’aflar güçsüzler grubunu oluşturur. Yani bunlar inanç ve amelin söz konusu olduğu bir çok durumlarda güçlülerin tesirinde kalmayı kabul ederler ya da kabul etmek zorunda bırakılırlar.

Topluma yeni bir nesil geldiği ve üstünlük alışkanlığını atalarından aynen devraldığında, aslında hiçbir özelliği ve insânî yeteneği bulunmayan bu neslin güçsüzlere karşı açık bir zulmü ve haksızlığı görülür. Aslında şimdi ezilen bu güçsüz kişilerin arasında hiç de liyakatları yokken hakimiyeti elinde bulunduranlardan daha yetenekli kişiler bulunmaktadır.

Mustaz’af kavramı Kur’an’da müstekbirler kelimesinin zıddı olarak kullanılır. Müstaz’aflarla, toplumda hiç bir tabii hâkimiyet yetkisi olmayanlar anlaşılır. Kur’ân’da mustaz’aflar, müstekbirlerin istiz’af ettiği, zayıf gördüğü, zayıf bulduğu, zaafa uğrattığı, hor ve zelil kıldığı kimselerdir.

“Anamın oğlu, dedi: Muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldürüyordu”

Yukarıdaki anlamlarda kullandığımız müstaz’af, Kur’ân’da, kullanılış şekilleri davete karşı tutumları, müstekbirlerle ilişkileri ve toplumdaki konumları gözönüne alınarak bir kaç kategoride incelenebilir.

Bir kısım müstaz’af vardır ki bunlar uzun zamandan beri nesillerin değişmesiyle vahiyden uzak kalmış, uzak bırakılmış kimselerdir. Eğer kendilerine vahiy ulaşırsa, davetçiler kendilerini Allah’ın dinine davet ederlerse daveti kabul ederler, omuzlarında taşımaya başlarlar. Bunlar müstekbirler tarafından olmadık işkencelere uğratılırlar. Davalarından vazgeçmeleri için ne kadar baskı yapılırsa yapılsın tekrar küfre dönmezler. Rasullere ilk inananlar bunlardır. Hz. Adem(a.s.)den bu yana peygamberler tarihi boyunca davanın ilk çilekeşleri durumundadırlar.

“Kavminden küfreden ileri gelenler (Nuh’a) dedi(ler) ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey (olduğunu) görmüyoruz. İlk bakışta bizden sana aşağı tabakanın dışında kimsenin uyduğunu da görüyoruz. Ve biz sizi bizden üstün de görmüyoruz. Biz sizi ancak (olsa olsa) yalancılardan sanıyoruz” (Hud, I1/27).

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, iman eden istiz’af olunanlara (müstazaflara, zayıf düşürülenlere) “Siz gerçekten Salih’in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”dediler. Onlarda “Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman edenleriz” dediler” (el-A’raf, 7/75).

Bizans İmparatoru Herakleios Mekke’de bir peygamberin zuhur ettiğini duymuştu. Şam’da olduğu bir sırada bu yeni peygamber hakkında bilgi edinmek istemişti. O sırada Şam’da bulunan Mekkeli tüccarları yanına çağırmıştı. Herakleios’un sorularına Rasulullah (s.a.s)’e akrabalık bakımından daha yakın olan Ebu Sufyan cevap veriyordu. Herakleios: “Ona tâbi olanlar, ileri gelen zümre mi, yoksa fakir ve zayıf insanlar mıdır?” diye sorunca Ebu Sufyan; “Hayır, zayıf kesimden insanlardır” cevabını vermiş, bunun üzerine Herakleios: “Zaten peygamberlerin tabileri de bu zayıf halk kesimidir” demiştir (Sahih Buhari Muhtasarı-Tecridi Sarih Tercemesi, I, 22, Had. No: 7).

İşte tüm peygamberlere iman eden bu müstaz’aflara Allahü Teâla, Kur’ân-ı Kerim’de onları yeryüzüne mirasçı kılacağını va’detmektedir.

“Firavun, o yerde (yeryüzünde) ululandı ve halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi Müstaz’aflaştırıyor (zayıf düşürüyor), oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi. Biz ise istiyoruz ki yeryüzünde müstaz’aflara lütfedelim, onları (yeryüzünde) önderler ve mirasçılar kılalım ” (el-Kasas, 28/5).

“İstiz’af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi. Fir’avn’ın ve kavminin yapageldikleri ve yükseltmekte olduklarını da yıktık” (el-A’raf, 7/137).

“O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde azınlık ve müstaz’aflardınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da Allah (c.c.) sizi barındırdı, yardımıyla kuvvetlendirdi. Sizi en temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdı. Ta ki şükredesiniz” (el-Enfâl: 8/26).

Bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmazlar. Kendilerine yapılan zulme karşı çıkmayıp boyun eğerler. İster kendilerine karşı isterse başkalarına karşı yapılan haksızlıklara, kötülüklere, çirkin hareketlere, Allah’a dayanmama, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar yüzünden razı olurlar. Bunlar ya “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesini taşımaktadırlar veya zulüm yapanlar kendilerinden güçlü olmadıkları halde, onların güçlülüğü vehmine kapılırlar. Kur’an-ı Kerim bu tür müstaz’aflar için cehennem azabının olduğunu bildirmiştir.

“İnkâr edenler; “Bu Kur’an’a ve bundan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu zulümleri Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen. Müstaz’aflar, müslekbirlere;

“Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık derler. Müstekbirler, müstaz’aflara; “size hidayet geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu kimselerdiniz” dediler. Müstaz’aflar da müstekbirlere; “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?” (es-Sebe: 34/31-33).

Üçüncü bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar çok güçsüzdürler. Zulme karşı çıkmaya gerçekten güç yetiremezler. Aralarında belki onlara vahiy de ulaşmamış güçten, takattan kesilmiş ihtiyarlar, zalimlerle savaşmaya güç yetiremeyen kadınlar vardır. Yine bunların içerisinde bedence, akılca ve ruhça sakatlar vardır. Bunlar malca fakirdirler. Zâlimler, müstekbirler bu insanları ezerek, sömürerek bu duruma getirmişlerdir. Bu müstaz’afları Allahu Teâla’nın affetmesi umulur. Mü’minlerin ise zulme uğrayan, sömürülen, ezilen bu müsta’zaflar uğrunda savaşması gerekir. Çünkü mü’min nerede bir zulüm varsa onun karşısındadır.

“Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol bulamayan müstaz’aflar müstesnadır. Bunlar Allah’ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah affedendir, bağışlayandır” (en-Nisa, 4/98-99).

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan Şu memleketten çıkar ve bize katından bir velî kul, katından bize bir yardımcı kıl!”diye dua eden müstaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisa: 4/75).

Zamanımızda anlattığımız bu üç tür müstaz’af da vardır. Asrımız, müstazafların uyandığı, zulme başkaldırdığı bir çağdır. Eğer bu müstaz’aflar Allah yolunda gerçekten mücadele ederlerse Allah onları yeryüzüne önderler yapacaktır. Çünkü Allah bunu yüce kitabında va’detmiştir. Sünnetullah budur.

Tarihin seyri içerisinde demiştik ki alt yapı bir kez değişir. İşte bu alt yapı değişimi Kabili alt yapının mustazafın inkılabıyla değişmesi ve Habili altyapının yerleşmesidir. Ruhani mustazafın devrimiyle nefsani müstekbirlerin yıkılmasıdır…

Mustafa Refik





Zıdların Vahdeti ve Savaşı

13 04 2007

Tabiatta varolan varlıkların yada sosyal yani toplumsal vakaların zahirindeki sübutla yani durağanlıkla yetinmeyip, bunlar üzerinde dikkatle tefekkür ettiğimiz zaman ve sünnetullahı çözmeye çalıştığımız zaman, tabiattaki ve sosyal ilişkilerdeki hareketliliğin sebebinin zıdlıklar olduğunu görürüz…

 

Hayatı ve onun hareketliliğini yaratan Allah (azze ve celle) sünnetullahı bu şekilde tayin etmiştir. Hayatı ve onu hareketlendiren şey zıdlar arasındaki gerilimdir. Tabiatın kendisinde olduğu kadar insan hayatını ilgilendiren her yerde zıdlıklar dikkatimizi çeker… Her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Allah dahi her şeyi çift çift yarattık derken bunu ifadelendirmiştir diyebiliriz.

 

Zenginlik mefhumu ancak fakirlikle bilinir. Güzel Çirkin varsa manalıdır. İyi ancak kötü ile bilinebilir. Tabiat ve hayat bu şekildeyken insanın kendisinin de diyalektik bir varlık olduğunu daha evelki yazılarımızda beyan etmiştik. İnsanın içinde de iyi ve kötü hasletler çarpışırlar…

 

Hareketin devamlılığı içinde tabiatta zıd kutuplar yer değiştirebilirler. Mesela Neden bazen sonuç sonuç da bazen neden olabilir. Tabiatın diyalektik sürekliliği içinde, mutlak bir ibtida ve yine aynı şekilde mutlak bir nihayet aramak tekellüftür. Tabiatta aslolan neden ve sonuçların sürekli olarak yer değiştirmesidir. İbtida yani başlangıç olarak varsayılan şeylerin bir başka noktadan nihayet, ve nihayet zannedilen bir takım şeylerin bir diğer bakımdan ibtida olmasıdır aslolan…

 

Bir molekülü de ele aldığımız zaman aynı şeyi görüyoruz… çünkü yaratan eşsiz bir intizamla kainatı bir mikroçip haline getirmiştir demek yerinde olur herhalde. Molekülü oluşturan atomların yapısı dahi maddenin kendisinde bizzat çelişkinin yattığına dikkatlerimizi çekiyor… Atomlar kendi içlerinde artı ve eksi elektrikle yüklü parçalara haizdir. Ve bu çelişkili yapılarının birliktelikleri gözle görülmeyen sürekli bir hareketliliği gündeme getirmektedir.

 

Tabiat, zıd temayüllerin bir arada varolma dinamiğini ortaya koymaktadır. Artı eksi ile, dişi erkek ile vardır. Atomun kendi varlığı dahi zıd özelliklere ve elektrik yüklerine sahip cüzlerin birliği demektir. Tıpkı insan gibi… İnsan da izah ettiğimiz üzere iki kutbun varlığıdır.

 

Toplum da böyledir… Tarih de böyle oluşmuştur. Toplum ve tarih mustazaf ile müstekbirlerin çelişkisiyle vardır ve sürekli hareket halinde ve gelişmektedir.

 

Toplum mustazaf ve müstekbir çelişkisiyle vardır ve bu temelde hareketi devam eder. Kapitalist üretim şekli bu iki sınıfın varlığıyla vardır. Sosyalizm de ancak bu sınıflarla vardır denilebilir. Hakikat şu ki; bu iki kutuplu oluş mücadeleyi ve savaşı kaçınılmaz kılmaktadır. Müstekbirin sürekli mal yığması, mustazaf kitle üzerindeki istibdadı ve sömürüsü ve dahi zulmü sebebiyle, mustazaf ve müstekbir arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz bir çelişki ve tezaddır. Zira mal yığmak yani sermaye birikimi, ancak mustazafın hakkından gaspetmek suretiyle olabilir. Müstekbirin daha fazla zengin olması ve daha lüks yaşaması ve daha iyi bir şekilde hakim olması Mustazafın daha fazla fakirleşmesi ve daha perişan bir şekilde hayatını idame ettirmek zorunda kalması ve daha mahkum olmasını gerektirir. Mustazaf cahili İstikbarın gölgesinde hem madden hem de manen fakirleşmektedir.

 

 

Mustafa Refik





Tarih

11 04 2007

Tarih geçmişin hikayelerinden mi ibarettir?

Tarih bugünü bugün yapan dünlerin mecmuudur… Tarih şimdiki zamanı ortaya çıkaran geçmiştir.

Tarih Ruhani İnkılabın ve Nefsani Delaletin macerasıdır.

İnsan bir oluş halindedir demiştik. Bu oluş halen devam etmekte… Tarih öğrenmek demek insanın geçmişin haberlerini öğrenmesi demek değildir.

Tarih öğrenmek insanın ve toplumunun nitelik ve niceliğini, değişim ve oluşum kanunlarının sebep ve illetlerini, tekamülünü, gerileyişini, hastalık ve zaaflarını tanımaktır.

Bu tanıma vesilesiyle insan toplumuna hakim olan unsurlara kendi iradesini şuurlu olarak nasıl yükleyebileceğini bilir.

Tarihle hedeflenen gaye sadece tarihi zaman dilimleri içinde saklanmış, gizlenmiş mechulleri ve kanunları daha doğrusu sünnetullahı bulmaktır. Allahın insan ve insan nevinin oluşturduğu topluluklar üzerinde cereyan eden tabii kanunları keşfetmektir. Ki daha evel biz insanın mikrokozmoz olduğunu beyan etmeye çalışmıştık.

Tarihi tanımak ise insanı tanımaktan geçer. Tarih insan nevinin zaman içinde hareketidir dersek ki biz bu hareketin nitelik değiştiren bir savaş ve mücadele olduğunu biliyoruz…

İnsanın insani olanın bir mahsulü olan tarih de onun mümeyyiz vasıflarını taşımaktadır ki o da çelişkidir. Tarih iki karşıt cephedir ve diyalektik bir harekete sahiptir.

Mustafa Refik





Hayvani Ruhun (Nefsin) Hizmetkarları

10 04 2007

Hayvani nefis bedenin tümünde etkilidir. beden onunla hareketlidir ve hissiyle eşyayı bilir. Bunun on hizmetçisi vardır.

1-5- Beş duyu organı

6- Müşterek his

7- Hayal

8- Vehim

9- Hafıza

10- Hafıza

İnsan yeryüzüne geldiğinde iki hisle gelmiştir. Onun fıtratında var olan iki kuvvedir bu ayrıca… Bunlar:

1- Şehvet

2- Gazab

Böylelikle bazı alimlerin de dediği gibi hayvani nefsin 12 hizmetçisi vardır diyebiliriz. Ancak ben bunu bu şekilde değerlendirmiyorum. bana göre evet bu zikrettiğim şehvet ve gazab birer hizmetçi gibi nitelendirilebilse de daha başka bir durum arzetmektedirler. Gazab ve Şehvet Hayvani ruhun yani nefsin ahlakıdır. O ya gazabla ya da Şehvetle hareket etmektedir. Bu sebeple belki de ilk saydığımız bu on hizmetçi bu iki ahlakın hizmetindedir.

İnsanın fiilleri iki nevidir. İnsan ya bir zararı defetmek yada gayrısına galebe çalmak için harekete geçer ki bu gazabtandır. Ya da bir lezzete ermek veya bir menfaati celb için hareket eder ki bu da şehvettendir.

İnsana düşen şehevi ve asabi yani gazaba dayanan hareketlerini kontrol altında tutmalıdır.

Mustafa Refik





Batıni Kuvvetler

10 04 2007

Tüm azalar Nefsin birer aleti gibidirler. Nefis onları dilediği gibi kullanır.

Dış duyular duyduklarını batıni yani içsel kuvvetlere ulaştırırlar.

Batıni kuvvetlerin ilki müşterek histir. Müşterek his duyu organlarından aldıklarını hayal kuvvesine verir. O da bunları vehim kuvvesine o da hafıza kuvvesine verir.

Vahim kuvvesi dostluk, düşmanlık, sevgi gibi manaları anlamakta kullanılır.

Hayal edilmiş veya edilmemiş her şey hafızaya gelir ve depolanır. Hafıza vehim kuvvesinin bir deposudur.

Hafıza ve hayal kuvvesinin aleti ve onları idare eden kuvve beyindedir.

Müfekkire bunların hepsini fikir kuvvesine ulaştırır. Bu beynin orta kısmındadır. Ön taraf hafıza ve arka taraf da hayal kuvvesinindir.

beynin orta kısmı fikir ve teveccühü harekete geçirip, düşünmek ve tartmak üzere akla gönderir.

Mustafa Refik





Alemle Ademin İrtibatı

6 04 2007

Allah kainatı insan için yaratmıştır.

Ta ki alemdeki sanatlara bakıp, eşyanınhikmet ve hakikatını bilebilsin…

Allahı bilebilmenin anahtarı nefsi, nefsi bilmenin anahtarı da alemi bilmekten geçmektedir. Ancak alemi külliyen bir incelemeye tabi tutmak, gözlemlemek ya da Allahın emir buyurduğu üzere okumak mümkün değildir. Oldukça külfetli bir iştir, bu…

Allah alemde ulvi ve süfli eşyadan her ne ki; bu insanın vucudunun iç ve dışını en güzel bir şekilde kainatın küçük bir numunesi olarak yaratmıştır.

Ruh ilahi sıfatlara haizdir. Daha evvel dediğimiz gibi Allah ona kendinden birşeyler vermiştir. Allah kainatı nasıl kendisine muti kılmışsa bedeni de ruha amade ve muti kılmıştır. Ta ki insanoğlu kendine bakıp, azalarından, kuvvelerinden, süfli ve ulvi alemde kolaylıkla benzer alametler bulup kendini alemin bir numunesi bilsin. Kendi ruhunun cisminde olan türlü tasarruf ve tedbirlerden Allahın alemdeki tasarruf ve tedbirlerini bulsun. Ondan da fiil ve sıfatlarına vakıf olup Allaha muhabbet ve ibadet kılsın. Onu tanıma saadetine erip ariflerden olsun…

Mustafa Refik





Beden

6 04 2007

İnsan bedeninin seyrinin başı ve sonu topraktır.

İnsan hayatı boyunca arzdan arşa bir miraç yaşar gibidir, bu seyrinde… En sonunda yine arza yani toprağa iner…

İnsanı evveli yani ibtidası mücerred cevherdir yani madendir… Tabiatın içindedir. ancak mutlak manada bir cisim olamamıştır. Topraktır…

Sonra nebati ve hayvani olur. Böylelikle de babasının ve anasının gıdası olur. Sonra ana ve babasına yani ebeveynine kan olur. sonra babasının sülbünde ve anasının göğsünde meni olur. Daha sonra anasının rahminde babasının dölüyle birleşmiş bir nutfe, sonra alaka, sonra da mudğa yani bir et parçası olur ve cenin olur. Ceninlikten çocuk olur sonra genç olur ihtiyarlar ölür ve tekrar toprak olur…

Tüm bu değişim bedenle alakalıdır. Ruh ise sabittir ve hiç bir zaman değişikliğe uğramaz.

Bedenin parçaları bu süfli alemin birer parçasıdır. dört unsurdan halkedilmişlerdir. İnsan bileşimi bu alemin bir cüzüdür ve hakikat o ki parça bütününe nasıl tabi ise o da o bütüne her halukarda tabidir.

Bütün parçaya mütemayil ve feyiz verici olduğu gibi parça da bütüne dönücü ve mütemayildir.

Mustafa Refik





Ruhani Filozofi

6 04 2007

Varlıklar madenlerden başlayarak tedrici bir surette tertib olunmuşlardır…

Maden, bitki, hayvanat ve insanları terkib eden unsurlar müşterektir. Ancak madenlerin nihai olanı yani en yüksek nevi bitkilerin en aşağı nevi ile, bitkilerin en yüksek nevi de hayvanların ibtidai nevilerine muttasıl yani bitişiktir.

Madenler tohumsuz oluşurlar ve tohumsuz yetişen bitkilere benzerlik arzederler.

Her varlık biriminin en yüksek nevinin yani nihai olanının kendinden yüksek olan tabakadakinin en aşağı nevisinin yani ibtidai nevinin şekil ve kalıbına girme istidadına haizdir.

Bazı hayvanlar anlayış ve hissiyat itibariyle insan derecesine yükselebilmiştir. Ancak insan derecesine tam olarak ulaşamamıştır. Zira onlar insani ruhtan mahrumdurlar.

Bitki, hayvan ve insan gibi unsurlardan teşekkül eden varlıkların nevilerinde bir çok eser ve işler görürüz ki bütün bunlar ten ve cisimden başka ruhani sebepler ve tesirlerle meydana gelmiştir. Tüm bunlar buna delalet etmektedir. İşte bu sebep ve illet Ruhtur.

İnsandan bir üst varlık birimi ise meleklerdir.

Ruh bu tarikle beşeriyetten sıyrılıp bilfiil melek cinsine intisab etme istidadına haizdir. Ruhun ruhlar alemiyle olan irtibatını izah ettik ve ruh uygun bir isti’malle hiç şüphesiz bu irtibatı sağlayabilir.

Ruh aşağı cihetten hayvanlarla, yukarı cihetten de meleklerle bitişiktir.

Bizim bu tanımlamalarımız neticesinde ruhun durumuna göre insanlar üç nevidirler.

Birinci nevi: Ruhani dereceye uzak aciz olan insanlardırlar. Bu nevi insanlar süfli mevzulara dalarak his ve hayal ile idrak edip, belli kaide ve usullere göre manalar terkib ederler. bunların bildikleri hep hayali ve vehmi şeyler olup, sığ görüşlerdirler.

İkinci Nevi: yüksek şahsiyet sahipleridir. Bunların ruh ve nefisleri fıtrat üzere kılınmıştır. Bunlar vasıtalı olarak yüksek alemlerle irtibat kurabilirler… Mesela; Riyazet yoluyla…

Üçüncü nevi: Kamil insanlardırlar ve vasıtasız olarak ilahi hitabı işitirler… Enbiya-yı Kiram’ın halleri budur…

Mustafa Refik





İnsan Nevi

6 04 2007

İnsanın iki kutuplu ve kutupların çelişkisiyle varolmuş bir varlık birimi olduğunu ifade etmiştik.

Bu iki kutub nedir?

Bu iki kutub:

1. Ruhaniyet:İnsani  Ruh

2. Nefsaniyet: Hayvani ruh

Hayvani ruh insanın bedensel faaliyetlerini harekete geçiren ruhtur. Tüm hayvanlarda da bu ruh mevcuttur. İnsana insanlığını veren ise ulvi ruh yani İnsani ruhtur. Bu ruhun bedene sirayeti ile zaten insan hayat bulmaktadır.

Süfli ruh yani hayvani ruhun yeri dimağ, Ulvi ruh yani İnsani Ruhun yeri de kalbtir.

Ulvi ruhun beden ülkesine gelişiyle ona mutlak manada ruh hayvani ruha da nefis demeye başlıyoruz… Ruhaniyet ve nefsaniyet deyişimizin yani bu ayrımın sebebi budur.

Ruhla nefis ayrılmaz zira bu tefrikin adı ancak ölümdür.

Ruhla nefsin imtizacıyla akıl husule gelir. Akıl bir bakıma ruhun ve nefsin evladı gibidir.

Akıl bir evlat gibi ya babası olan ruha yada annesi olan nefse mütemayil olur.

Akıl şayet nefse tabi olursa sahibi şakilerden, akıl ruha tabi olursa o zaman sahibi saidlerden olur.

Saadet ve şekavet halleri dediğimiz budur.

İşte insanın kendisindeki çatışma bu iki kuvvenin çatışmasıdır. Daha evvelki makalelerde beyan ettiğimiz tetikleyici unsur ise onun ekonomik ilişkileridir. ibtidai problem ise anlaşılacağı üzere aklın intisabıdır. Ruh veya nefis… Akla düşen itidaldir. O halde akıl ve dolayısı ile insan ya Ruhanidir ya da Nefsanidir…

İşte Habil ve Kabil kıssasındaki Habil ruhanileri Kabil de nefsanileri temsil etmektedir.

Mustafa Refik





Mülkiyet Mefhumu

6 04 2007

Biz Habil ve Kabil’in kıssasının ne ifade ettiğini anlatmıştık…

Bu iki şahıs, ırk, eğitim, aile, çevre ve din olarak müşterektirler. O halde diyebiliriz ki bu iki şahıs arasındaki çatışmanın sebebi, bu zıdlaşmanın temel illeti farklı, daha başka bir şey münasebetiyledir.

Bunlar arasında tek farklılık özel sosyal ve ekonomik durumda onları bulunduran farklı uğraşılarıdır. Her ikisinde de ruhaniyet ve nefsaniyet aynı derecedeyken birinin nefsaniliğini tetikleyen şey uğraşıdır.

Habil tipi ortaklık çağı insanının temel karakteristiğine sahiptir. O tip insanların sınıfsal psikolojisi ve sosyal gidişi ile uyumludur. Kabil tiplemesi ise sınıflı toplum insanın sosyal, sınıfsal ahlakını, kölelik düzeni ve efendilerin psikolojisini temsil etmektedir.

Kur’anda anlatılan bu cinayet yani Kabil’in Habil’i öldürmesi tarihteki en büyük kırılmadır. Tarihin en büyük ve ilk büyük vakası budur. Kur’an’da bu kıssanın hassaten yer etmesinin dahi zannımca hikmetlerinden birisi budur. Allah ise en doğrusunu bilendir.

Bu kıssa önemlidir zira bize iki şeyi öğretmektedir.

1. İnsan nevinin varlığı tarihi varlığı bir çatışma ile başladı.

2. Çatışmayı tetikleyen şey ekonomik ilişkilerdir.

Habil sağlıklı bir fıtrata sahip insanı, kabil de fıtratı bozulmuş bir insanı temsil ediyor. Habilin mazlumluğu fıtratından ve kabilin zulmü yani şerri fıtratının bozulmasındandır.

Habil basit bayağı bir insandı. Kabil ise öz itibariyle temiz kötü olmayan birisidir. Ancak insani değerleri zayıflamıştı. Bunun sebebi de bahsettiğimiz gibi uğraşısıydı.

Mustafa Refik