Musztazaf toplumun çoğunluğunu teşkil eden, ezilen, hor görülen, güçsüz bırakılmış halk tabakası şeklinde tarif edilebilir. Lugatta, “za-u-fe (zayıf oldu)” fiilinin istif’al babından gelen ism-i mef’ulüdür. “Za-u-fe” kuvvetli olmanın zıddıdır. Masdarı olan “za’f” yani zayıflık nefiste ve bedende olduğu gibi, durum ve vaziyette, akıl ve re’yde de olur. “İstaz’afahu” yani onu zayıf buldu, zayıf gördü anlamındadır. Manasına gelmektedir. Aynı zamanda onu zayıf saydı, zillete duçar etti, manalarına da gelir.
Tevhidi düşüncemizin dışındaki her toplum, Mustazaflar ve müstekbirler olmak üzere iki sınıfa ayrılır. İkisinin arasındaki fark, birinin baskıya uğrayan, baskıyı kabul eden büyük çoğunluk; diğerinin baskıyı uygulayan küçük azınlık olmasıdır.
Farklılaşma vakası toplumdaki güçlüleri, güç ve yetenekleri kendilerinden daha az olanlara üstünlük sağlamaya, onları kendi tesirleri altına almaya sürükler. Bu durumda güç ve yeteneği daha az olanlar yani mustaz’aflar güçsüzler grubunu oluşturur. Yani bunlar inanç ve amelin söz konusu olduğu bir çok durumlarda güçlülerin tesirinde kalmayı kabul ederler ya da kabul etmek zorunda bırakılırlar.
Topluma yeni bir nesil geldiği ve üstünlük alışkanlığını atalarından aynen devraldığında, aslında hiçbir özelliği ve insânî yeteneği bulunmayan bu neslin güçsüzlere karşı açık bir zulmü ve haksızlığı görülür. Aslında şimdi ezilen bu güçsüz kişilerin arasında hiç de liyakatları yokken hakimiyeti elinde bulunduranlardan daha yetenekli kişiler bulunmaktadır.
Mustaz’af kavramı Kur’an’da müstekbirler kelimesinin zıddı olarak kullanılır. Müstaz’aflarla, toplumda hiç bir tabii hâkimiyet yetkisi olmayanlar anlaşılır. Kur’ân’da mustaz’aflar, müstekbirlerin istiz’af ettiği, zayıf gördüğü, zayıf bulduğu, zaafa uğrattığı, hor ve zelil kıldığı kimselerdir.
“Anamın oğlu, dedi: Muhakkak bu topluluk beni zayıf gördü, zayıf buldu ve beni öldürüyordu”
Yukarıdaki anlamlarda kullandığımız müstaz’af, Kur’ân’da, kullanılış şekilleri davete karşı tutumları, müstekbirlerle ilişkileri ve toplumdaki konumları gözönüne alınarak bir kaç kategoride incelenebilir.
Bir kısım müstaz’af vardır ki bunlar uzun zamandan beri nesillerin değişmesiyle vahiyden uzak kalmış, uzak bırakılmış kimselerdir. Eğer kendilerine vahiy ulaşırsa, davetçiler kendilerini Allah’ın dinine davet ederlerse daveti kabul ederler, omuzlarında taşımaya başlarlar. Bunlar müstekbirler tarafından olmadık işkencelere uğratılırlar. Davalarından vazgeçmeleri için ne kadar baskı yapılırsa yapılsın tekrar küfre dönmezler. Rasullere ilk inananlar bunlardır. Hz. Adem(a.s.)den bu yana peygamberler tarihi boyunca davanın ilk çilekeşleri durumundadırlar.
“Kavminden küfreden ileri gelenler (Nuh’a) dedi(ler) ki: Biz seni bizim gibi bir insandan başka bir şey (olduğunu) görmüyoruz. İlk bakışta bizden sana aşağı tabakanın dışında kimsenin uyduğunu da görüyoruz. Ve biz sizi bizden üstün de görmüyoruz. Biz sizi ancak (olsa olsa) yalancılardan sanıyoruz” (Hud, I1/27).
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, iman eden istiz’af olunanlara (müstazaflara, zayıf düşürülenlere) “Siz gerçekten Salih’in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”dediler. Onlarda “Biz, doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman edenleriz” dediler” (el-A’raf, 7/75).
Bizans İmparatoru Herakleios Mekke’de bir peygamberin zuhur ettiğini duymuştu. Şam’da olduğu bir sırada bu yeni peygamber hakkında bilgi edinmek istemişti. O sırada Şam’da bulunan Mekkeli tüccarları yanına çağırmıştı. Herakleios’un sorularına Rasulullah (s.a.s)’e akrabalık bakımından daha yakın olan Ebu Sufyan cevap veriyordu. Herakleios: “Ona tâbi olanlar, ileri gelen zümre mi, yoksa fakir ve zayıf insanlar mıdır?” diye sorunca Ebu Sufyan; “Hayır, zayıf kesimden insanlardır” cevabını vermiş, bunun üzerine Herakleios: “Zaten peygamberlerin tabileri de bu zayıf halk kesimidir” demiştir (Sahih Buhari Muhtasarı-Tecridi Sarih Tercemesi, I, 22, Had. No: 7).
İşte tüm peygamberlere iman eden bu müstaz’aflara Allahü Teâla, Kur’ân-ı Kerim’de onları yeryüzüne mirasçı kılacağını va’detmektedir.
“Firavun, o yerde (yeryüzünde) ululandı ve halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi Müstaz’aflaştırıyor (zayıf düşürüyor), oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi. Biz ise istiyoruz ki yeryüzünde müstaz’aflara lütfedelim, onları (yeryüzünde) önderler ve mirasçılar kılalım ” (el-Kasas, 28/5).
“İstiz’af edilmekte olan o kavmi içini bereketlerle donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulları üzerindeki güzel kelimesi sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi. Fir’avn’ın ve kavminin yapageldikleri ve yükseltmekte olduklarını da yıktık” (el-A’raf, 7/137).
“O zamanı hatırlayın ki, siz yeryüzünde azınlık ve müstaz’aflardınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da Allah (c.c.) sizi barındırdı, yardımıyla kuvvetlendirdi. Sizi en temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdı. Ta ki şükredesiniz” (el-Enfâl: 8/26).
Bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmazlar. Kendilerine yapılan zulme karşı çıkmayıp boyun eğerler. İster kendilerine karşı isterse başkalarına karşı yapılan haksızlıklara, kötülüklere, çirkin hareketlere, Allah’a dayanmama, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar yüzünden razı olurlar. Bunlar ya “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesini taşımaktadırlar veya zulüm yapanlar kendilerinden güçlü olmadıkları halde, onların güçlülüğü vehmine kapılırlar. Kur’an-ı Kerim bu tür müstaz’aflar için cehennem azabının olduğunu bildirmiştir.
“İnkâr edenler; “Bu Kur’an’a ve bundan öncekilere inanmayacağız” dediler. Sen bu zulümleri Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman suçu birbirlerine atıp dururken bir görsen. Müstaz’aflar, müslekbirlere;
“Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık derler. Müstekbirler, müstaz’aflara; “size hidayet geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz zaten suçlu kimselerdiniz” dediler. Müstaz’aflar da müstekbirlere; “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?” (es-Sebe: 34/31-33).
Üçüncü bir kısım müstaz’aflar da vardır ki bunlar çok güçsüzdürler. Zulme karşı çıkmaya gerçekten güç yetiremezler. Aralarında belki onlara vahiy de ulaşmamış güçten, takattan kesilmiş ihtiyarlar, zalimlerle savaşmaya güç yetiremeyen kadınlar vardır. Yine bunların içerisinde bedence, akılca ve ruhça sakatlar vardır. Bunlar malca fakirdirler. Zâlimler, müstekbirler bu insanları ezerek, sömürerek bu duruma getirmişlerdir. Bu müstaz’afları Allahu Teâla’nın affetmesi umulur. Mü’minlerin ise zulme uğrayan, sömürülen, ezilen bu müsta’zaflar uğrunda savaşması gerekir. Çünkü mü’min nerede bir zulüm varsa onun karşısındadır.
“Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol bulamayan müstaz’aflar müstesnadır. Bunlar Allah’ın kendilerini affetmesi umulanlardır. Doğrusu Allah affedendir, bağışlayandır” (en-Nisa, 4/98-99).
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan Şu memleketten çıkar ve bize katından bir velî kul, katından bize bir yardımcı kıl!”diye dua eden müstaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (en-Nisa: 4/75).
Zamanımızda anlattığımız bu üç tür müstaz’af da vardır. Asrımız, müstazafların uyandığı, zulme başkaldırdığı bir çağdır. Eğer bu müstaz’aflar Allah yolunda gerçekten mücadele ederlerse Allah onları yeryüzüne önderler yapacaktır. Çünkü Allah bunu yüce kitabında va’detmiştir. Sünnetullah budur.
Tarihin seyri içerisinde demiştik ki alt yapı bir kez değişir. İşte bu alt yapı değişimi Kabili alt yapının mustazafın inkılabıyla değişmesi ve Habili altyapının yerleşmesidir. Ruhani mustazafın devrimiyle nefsani müstekbirlerin yıkılmasıdır…
Mustafa Refik
Son Yorumlar